qroniqa
qroniqa
February 27, 2025 at 09:42 PM
Osmanlıyı Yeniden İcat Etmek: ‘Osmanlı Torunuyum’ ve Tarihin Politik Kullanımı Osmanlı: Kan bağına dayalı bir hanedanın, “kut” inancıyla meşrulaştırdığı bir iktidar mitosu… Taht kavgalarında kardeş katlinin meşruiyeti, saray dışındakilerin bu kutsal soyun parçası olamayışı ve “Osmanlı”nın bir etnik kimlik değil, bir hanedan adı oluşu: Tüm bunlar, günümüzde romantik ve nostaljik bir zavallılığa dönüşen “Osmanlı torunuyum” iddialarının tarihsel temelsizliğini ortaya koyuyor. Buna rağmen, bu söylem nasıl olur da kolektif hafızada kök salabiliyor? Cevabı, tarihin iktidarlar tarafından nasıl araçsallaştırıldığını anlamaya kalkarsak bulabiliriz. Fransız tarihçi Fernand Braudel’in dediği gibi, "İktidar, kendi mitlerini yaratırken gerçekliği de yeniden yazar." Osmanlı’da padişah, yalnızca siyasi bir lider değil, aynı zamanda kutsiyet atfedilen bir figürdü. Kanunlar, fetihler, hatta mimari eserler, hanedanın “ilahi kaynaklı” meşruiyetini pekiştirmek için kullanılırdı. Braudel’in “uzun vadeli tarih” perspektifi kısaca izah ediyor: İktidar, kendi sürekliliğini sağlamak için mitleri zamana yayar. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet’in “Kayser-i Rum” olma iddiası, Bizans’ın mirasını hanedan mitine eklemleyerek meşruiyet alanını genişletmişti. Ancak bu mit, asla “halka” ait değildi; sadece bir hanedanın iktidar aracıydı. Bugün ise bu mitin, kimlik inşasında yeniden üretildiğini görüyoruz. Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” teorisi, ulusların birbirini hiç görmeyen insanların zihninde ortak bir geçmişle kurgulanmasını anlatır. AKP ile birlikte yeniden yükselen “neo-Osmanlıcılık” da benzer bir kurgu: Osmanlı, siyasi bir araç olarak yeniden pişiriliyor. Eric Hobsbawm’ın “İcat Edilmiş Gelenek” kavramıyla anlattığı gibi: Geçmiş, bugünün iktidarının ihtiyaçlarına göre kesilip biçilerek sunuluyor. Erdoğanın, padişahların tahta çıkmadan önce kılıç kuşanma törenlerinin yaptığı yerlerde 'şükür namazı' kılması, Arapça harflerle yazılmış Türkçeyi öğretmeye kalkışan Osmanlıca kursları… “Şimdi”ye “İmdi” diyerek dört bir kanaldan mevcut iktidara kutsal meşruiyeti yeniden vermeye ant içmiş diziler, filimler… Bu kurgunun trajikomik yanını da biraz konuşmalıyız. Nietzsche, "Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası" adlı eserinde, tarihin bazen bir yük haline gelebileceğini söyler. Ona göre, geçmişe takılıp kalanlar, şimdiki zamanın dinamiklerini göremez. "Ben Osmanlı torunuyum" diyen kişi de Nietzsche’nin uyardığı tuzakta: Kendini, asla parçası olmadığı bir hanedanın gölgesinde tanımlayarak, bugünün gerçekliğinden kaçıyor. Bu kaçış, Orhan Pamuk’un "İstanbul: Hatıralar ve Şehir" kitabında anlattığı "hüzün"le de örtüşüyor; dinin özü olan adaletten ve ahlaktan uzaklaştığı için kaybolan bir imparatorluğun yası, tarihi gerçeklikten bihaber insanların inanç kimliğine sirayet ediyor. Dinin özünden kopuk bir inanç anlayışında gerçeklikten kopuk bir nostaljiye dönüşüyor. Pamuk’un deyişiyle, “İstanbul’un hüznü, her şeyin eskimiş, yıpranmış, çürümüş olduğu hissidir.” Aynı çürüme, tarihi gerçekliği ve dinin özünü çarpıtan bir kimlik arayışında da kendini gösteriyor. Cemil Meriç, "Bu Ülke"de der ki: "Tarih, geçmişin değil, bugünün sesidir." Osmanlı’yı bir hanedan olarak değil de kolektif bir kimlik olarak benimsemek, bugünün siyasi veya psikolojik ihtiyaçlarından besleniyor. 19. yüzyıl Avrupası’nda Romantik milliyetçiliğin Yunanistan’da Antik Çağ’ı, Almanya’da Cermen mitlerini diriltmesi gibi… Ancak bu diriltme, tarihin katmanlarını görmezden gelerek yapılıyor. Borges’in “Babil Kütüphanesi”ndeki karakterler gibi, sonsuz koridorlarda kaybolmuş bir arayış bu: Anlamı olmayan sembollerle dolu bir labirent. Tarih, iktidarların elinde bir kılıç kadar keskin. Ancak gerçek aidiyet, mitlerin ötesinde, insanın kendi varoluşunu inşa etme cesaretinde yatar. Tarihin yükünden sıyrılıp, şimdinin sorumluluğunu üstlenmek… “Osmanlı torunuyum” iddiası, bugünün adaletsizliklerini örtbas etmek için kullanılan bir perde. Tarihin labirentlerinde kaybolmak yerine, bugünün toprağında kök salmak gerekiyor. Çünkü aidiyet, geçmişin ihtişamına sığınmak değil, insan olmanın sorumluluğunu taşımaktır. Tıpkı Anadolu’nun kadim hikayelerinde olduğu gibi: Toprağı işleyen, ekmeğini paylaşan, haksızlığa direnen insanın hikayesi… İktidarların yazdığı tarihten çok daha kalıcı ve sonsuza dair. Evet hesap gününe ve sonrasına sonsuza dair bir kimlik. İşte bu kimliği, tarihin katmanlarını anlayarak hakikatin soğuk ışığında inşa etmek gerekiyor: hayat bulduğumuz toprağın üzerinde doğruluğu yaşayan ve yaşatan İNSAN olmak. İşte gerçek aidiyet de böyle bir insan olabilmeyi, insanı yaratana sunabilmek. Hasan Talu
👍 💯 6

Comments