
Dr. Batuhan Celik
June 12, 2025 at 06:21 AM
Size hiç anlatamadığım bir rüyamı anlatmak istiyorum . Bir gün Kur’an-ı Kerim’de cennet ile ilgili ayetleri tefekkür ederken içimden bir ses yükseldi… Sessiz bir fısıltı gibi, ruha dokunan bir hissin derinliklerinden gelen bir nida dedim ki
“Cenneti bu kadar muhteşem anlatan bir kitap, acaba orayı ne kadar tasvir ediyor? Ve acaba orası nasıl bir yer ki, Allah dahi onu bütünüyle anlatmıyor, onu bir sır gibi saklıyor?”
Sonra şu ayete denk geldim:
"وَعَدَ اللّٰهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنّٰتٍ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فٖي جَنّٰتِ عَدْنٍۜ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّٰهِ اَكْبَرُۚ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ"
“Allah mü’min erkek ve mü’min kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel ve hoş meskenler va‘detmektedir. Allah’ın hoşnutluğu ise hepsinden daha büyüktür. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.”
(Tevbe, 72)
Bu ayetin ardından, içimde öyle derin bir arzu doğdu ki... Gözlerim yaşla doldu ve yüreğim dua ile titredi:
"Allah'ım... Bu ayeti bana canlandır. Rüyamda göster. Dünya gözüyle değilse bile, dünya gönlüyle hissedeyim. O güzelliği, o ihtişamı, senin lütfettiğin bir perdeden bile olsa göreyim..."
Ve sonra... Dalıp gittim yatsıdan sonra...
Rüyamda gördüğüm şey, sadece bir rüya değildi. O, kelimelerin iflas ettiği, insan aklının sınırlarını zorlayan, kalbin atışını değiştiren bir başka âlemdi. Adeta dünya ile ahiret arasındaki perdeler bir anlığına aralanmıştı...
İçinde bulunduğum manzara, bu dünyanın hayalini bile kuramayacağı kadar şaşırtıcıydı. Gözlerimin önünde serilen sahne, ruhumu saran bir meltem gibi, tarifsiz bir huzur ve hayret veriyordu. Binlerce, belki milyonlarca çeşit bitki... Ama bunlar, dünyadaki ağaçlara, çiçeklere, yapraklara hiç benzemiyordu. Her bir yaprak, her bir çiçek, her bir dal... bambaşka renklere sahipti. Fakat nasıl anlatayım bilmiyorum... Bu renkler, bizim bildiğimiz kırmızı, yeşil, mavi, sarı değildi. Dünya paletinde asla bulunmayan, tarif bile edilemeyen, sadece ruhta hissedilen renklerdi. Her bir bitkinin üzerinde bir yazı vardı... Sanki kalbime yazılmıştı:
“Ben, beni Yaratan’ın sanatıyım...”
Yürüdüm... Yürüdükçe manzara değişiyor, renkler dönüşüyor, kokular yayılıyor. İlerledikçe Sonra birden...
Bir nur saçtı gökyüzünden…
Yavaşça başımı çevirdim… Ve işte oradaydı.
Devasa bir ağaç.
Öyle büyük, öyle heybetliydi ki aklım tutuldu
Ama garip olan büyüklüğü değildi sadece…
O ağaca bakarken içimde bir şey kırıldı.
Zihnim sustu. Kalbim sessizliğe büründü. Ve sonra…
Bir rüzgâr değdi ağacın dallarına…
Ama bu sıradan bir rüzgâr değildi.
Bu bir melodi taşıyordu...
Bir ses… hayır, bir ses değil...
Bir müzik… ama bu dünyaya ait olmayan bir ritim…
İnsanı sarhoş edecek kadar derin…
Ruhu secdeye düşürecek kadar kudsî…
Sanki ağacın dalları, Meleklerin nağmeleriyle titriyordu.
O anda kulaklarım değil, ruhum duymaya başladı…
Bedenim hâlâ oradaydı ama kalbim artık bir başka âleme geçmişti.
Çünkü o ses...
İlahi bir fısıltı gibi içime işliyordu.
Ne harf vardı içinde ne kelime…
Ama her bir titreşim, binlerce yıllık özlemi anlatıyordu sanki.
Ağaç adeta diyordu ki:
“Ben, cennetin şahitliğiyim.
Ben, Rabbin ‘Ol’ demesiyle yaratıldım.
Ve şimdi Senin içindeki fıtratı uyandırmak için esiyorum.”
O ses…
Ne bir ud, ne bir ney, ne bir keman…
Bu dünyada benzeri olmayan bir melodiyle
İçimin en derin yerine dokundu.
Dallardan sarkan yapraklar, her esintide başka bir ezgi yayıyordu.
Bazısı kalbi ağlatıyor,
Bazısı ruhu mest ediyordu.
Bazısı secdeye çağırıyor,
Bazısı susmaya mecbur bırakıyordu.
Orada, o ağacın altında hissettiğim şey,
Ne bu dünyaya ait bir huzurdu,
Ne de anlatılabilir bir sevgi…
Bu, ancak Allah’ın kendine yakın kıldığı kullarına tattıracağı bir haldi.
Sanki her dal, Allah’ın bir ismini terennüm ediyordu.
El-Cemîl diyordu mesela bir dal…
En-Nûr diyordu diğeri…
Er-Rahmân…
Es-Selâm…
Ve ben, sadece dinliyordum.
Ama bu dinleyiş bir ibadetti.
Bu sessizlik, bir secdeydi.
Sonra bir şey oldu…
Bir yaprak koptu o ağaçtan…
Rüzgârla birlikte süzülerek yanıma indi.
Avucuma düştü.
Yaprağın üzerinde parlayan bir nur vardı.
Ve nurun içinden şu yazı geçti kalbime:
“Sen bu güzelliği rüyada tattın…
Ama eğer sabredersen,
Eğer gönlünü Rabbine adayabilirsen…
Bir gün bu ağacın gölgesinde,
Ebedî olarak uyanacaksın.”
İşte o an anladım…
O müzik, cennetin ezanıdır…
O rüzgâr, Rahmân’ın sanatıdır …
Ve o ağaç…
Belki de Sidretü’l-Müntehâ’nın bir gölgesidir…
Ben sadece rüyadaydım…
Ama kalbim ebediyetin sınırına dokunmuştu.
Ve şimdi biliyorum…
Hiçbir kelime, o sesi anlatamaz.
Çünkü o ses, Allah’a yaklaşan kalplerin duyabileceği
Bir sevda ilahisidir…
Bastığım her yerde, ayaklarımın altından nurlar yükseliyordu. Yol, beni ucu bucağı olmayan bir ovaya getirdi. Gözümün gördüğü yerlerin hepsi berrak ırmaklarla çevriliydi. Bu ırmaklar öyle şeffaftı ki, içindeki inci gibi parlayan damlalar kalbinin derinliklerine işliyordu. Üzerlerine altından yapılmış, devasa ama zarif evler kurulmuştu.
O evler... anlatamam... Onların kubbeleri dünyada hiç görülmemiş bir nur parlıyordu. Altın ama ağırlıksız, nur ama göz yakmayan bir parlaklıktaydı. Uzaktan böyle seyrediyordum… Balkonda yüzleri nurlu, gözleri sevgiyle dolu insanlar vardı. Ama bu insanlar bizim dünyamızdaki insanlara hiç benzemiyordu. Ne bedenleri bu alemin kanunlarına aitti, ne de çehreleri. Onların yüzlerinde kırışıklık yoktu ama çok güzel görünüyorlardı … Nurdan yapılmış bir güzellikti sanki… Göz göze geldiğimizde içim ürperdi. Kalbim o anda adeta başka bir ritme geçti. Sadece bakışlarıyla şifa veriyorlardı…
Sanki bu manzara bana şunu söylüyordu:
"Burada olan hiçbir şey, dünyadaki hiçbir şeye benzemez. Zira bu, Rabbinin sana hazırladığı sürprizdir. Allah kullarını sever ve onları beklenmedik güzelliklerle karşılar."
Ve o anda, bir şey fark ettim: Rüyada olmama rağmen kalbim ağlıyordu. Gözlerimden yaşlar süzülmese bile ruhum secdedeydi. İçimden bir his geçti:
"Ey Rabbim... Bu ihtişamın, bu azametin sadece bir gölgesi bile insanın aklını başından alıyorsa… ya aslı nasıldır? Eğer senin bize vaat ettiğin cennet buysa… ya Senin rızan nasıldır?"
Sanki gökyüzünden şu cevap geldi:
“Benim rızam, buradakilerin de ötesindedir. Çünkü Benim lütfum, sizin hayal edebileceklerinizin çok çok ötesindedir.”
O ağacın altından ayrılırken, hâlâ içimde hafifçe salınan bir huzur vardı.
İlahi bir sesin titreyen izleri, ruhumun derinliklerinde yankılanıyordu.
Adımlarım yavaşladı…
Çünkü önümde uzanan manzara karşısında zaman, sanki secdeye kapanmıştı.
Altın yansımalarıyla akıp giden bir nehrin kenarına vardım.
Kenarlarında renklerini tarif edemediğim çiçekler vardı,
Her biri ayrı bir nurla parlıyor,
Sanki “Rabbin kudretine bak” diye fısıldıyordu.
Ve orada…
Nehrin karşı kıyısında, altından inşa edilmiş yüksek bir köşk belirdi.
Köşkün önünde nur yüzlü bir insan duruyordu.
Fiziksel güzelliğiyle değil,
Taşıdığı huzurla insana hayranlık veren bir hâli vardı.
Yüzünde dünya yorgunluğunu silen bir tebessüm,
Bakışlarında ebediyetin sükûneti…
Bana doğru yürüdü.
Adımları sanki toprağa değmiyordu bile.
Yürüyüşü, bir secdenin ardından gelen huzura benziyordu.
O kadar sakindi ki,
Etrafındaki ağaçlar bile onunla birlikte susuyordu.
Ve geldi, karşımda durdu.
Sadece bir kelime söyledi:
“Hoş geldiniz…”
O an, içime bir sıcaklık doldu.
Bu ses ne yüksek ne alçaktı…
Bu ses bir emir değil,
Bir rahmet davetiyesiydi adeta.
Kalbim sarsıldı.
Çünkü bu kelime, cennet tarafından söylendiğinde
Bambaşka bir anlam kazanıyordu.
Hoş geldiniz…
Bu, Allah’ın “sizi razı olarak kabul ettim” demesinin yankısıydı belki de.
Bu, sabredenlerin, secde edenlerin, ağlayarak dua edenlerin
Bir ömrün sonunda duyduğu müjdeli selamdı.
Yüzüne baktım.
Sanki ömrüm boyunca tanımadığım ama kalbimde bir yerlere dokunan bir simaydı.
Bir veli gibiydi…
Bir kuldu ama Rabbinin rızasını yüzüne giymişti.
Ne bir kimlik sordu,
Ne bir sorgulama yaptı…
Çünkü burası cennetin kapısıydı.
Ve burada kimse sorgulanmazdı artık,
Sadece karşılanırdı…
Tıpkı uzun bir yolculuktan dönen bir evladın
Rahmetle kucaklandığı gibi…
Gözlerim doldu.
Ama bu gözyaşı, hasretten değil, vuslattandı.
Bu sefer ayrılığın değil, ebediyetin gözyaşıydı.
Secdelerin, sabırların, duaların cevabıydı.
O adam yanımda yürümeye başladı.
Beraber köşke doğru ilerledik.
Ve içimden yalnızca şu geçti:
“Beni buraya getiren Rabbime secdeler olsun…”
O insan yanımda sessizce yürüyordu.
Konuşmuyordu… ama ne gariptir,
Sanki her adımı bir kelimeydi.
Her suskunluğu bir ayet…
Her tebessümü, Rabbimizin bize gizlice fısıldadığı bir rahmetti.
Önümüzde altından yollar uzanıyordu.
Yol kenarlarında ne ağaçlar, ne çiçekler vardı…
Vardı da, dünyadakilerle kıyaslamak haramdı neredeyse.
Burada hiçbir şey "benzetilerek" tarif edilemezdi.
Her şey, ilk kez görülüyordu.
Sanki Rabbimiz,
"Benim kudretimi bir kez de gözlerinle gör" diyordu.
O yol, sadece yürümek için değildi.
Her adımda içimizde bir perde kalkıyordu.
Her adımda kalbin daha önce hiç tatmadığı duygular doğuyordu.
Sevinç vardı,
Ama dünyadaki gibi gelip geçici değil…
Bu sevinç, varoluşun özüne işleyen bir huzurdu.
Bir anda gökyüzüne baktım…
Ama bu gökyüzü, mavi değildi.
Sonsuz bir nur dalgasıydı adeta.
Ve bu nurun içinden,
Arş’ın gölgesinden bir serinlik indi üzerimize.
İçimizi üşütmeyen, ama bütün yorgunluğumuzu emen bir serinlik…
Ruhumuza dokunuyordu.
Ve birden gökten sesler yükseldi.
Ama bu sesler ne kelimeydi, ne de nota.
Bu sesler, Allah’a duyulan aşkın yankılarıydı.
Meleklerdi onlar…
“Selâm olsun size, sabrettiğiniz için.
Ne güzel bir yurt şu ebediyet yurdu!” (Ra’d, 24)
Ayetiyle selamlıyorlardı bizi.
O nur yüzlü insan, bir tepenin başında durdu.
Aşağıyı gösterdi.
Ve dedi ki:
"Burası, Allah’ın dostlarına vaat ettiği sonsuz rahmettir.
Burada ne korku vardır, ne hüzün…
Burada Rabbin hoşnutluğu, nimetlerin üstündedir.
Şimdi anlıyor musun,
‘Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür’ ayetini?”
Gözlerim doldu.
İçimden bir âyet geçti:
"Veche’ullah – Allah’ın Zâtı"…
Evet…
Bütün nimetlerin üzerinde bir nimet vardı:
Rabbimizin bizden razı olması.
Bu, cennet nimetlerinin özüdür.
O yüzden ne ırmaklar, ne köşkler, ne altın, ne de huri…
Hiçbiri Rabbimizin "Razıyım senden ey kulum" demesi kadar büyük değildir.
O insan başını göğe kaldırdı.
Ve sonra ellerini kalbine koydu.
Dedi ki:
"Artık bu yolun sonunda seni bekleyen bir huzur var…
Ve bu huzur, ne bir tasvirdir ne bir rüya…
Bu huzur, Allah'ın cemalini özleyen kalplerin karşılığıdır.
Buyur, artık vuslat vaktidir…"
Ben ise sadece susabildim.
Dil sustu.
Göz aktı.
Kalp secdeye indi.
Ruh, Rabbe yöneldi…
Adım attığım an…
Toprak bile farklıydı burada.
Ayaklarım bir zemine değil,
Rahmetle dokunulmuş bir serinliğe değdi.
Sanki Arş’tan dökülen bir nur,
Yeryüzünü değil, yüreğimi örtüyordu.
Gökyüzü kaybolmuştu…
Çünkü artık gökyüzüne ihtiyaç yoktu.
Burada yukarı ve aşağı yoktu.
Burada zaman yoktu.
Saat yoktu.
Dün, bugün, yarın yoktu…
Vardıysa da sadece sonsuz "şimdi" vardı.
O nur yüzlü insan bir yer işaret etti
Ve ben o işaretin gösterdiği tarafa yürüdüm.
Her adımda ruhum bir perde daha atıyordu üzerinden.
Her adımda dünyada anlamlandıramadığım her şeyin cevabı
Kalbime fısıldanıyordu.
Ve bir noktaya geldim.
Önümde bir vadi açıldı…
Ama bu vadi, sıradan bir yer değildi.
Buraya girerken yüreğimde öyle bir titreme başladı ki,
Secde etmek istedim…
Ama yer yoktu artık.
Çünkü ben secdenin kendisine dönüşmüştüm.
İşte orada, Kevser nehri başladı.
Suyu berrak değildi sadece,
Nurdan yapılmış gibiydi.
Baktığında gözlerin yanmıyor ama
Ruhun diz çöküyordu.
Ve Kevser’in başında
Bir topluluk vardı. Burada sadece Müslümanlar vardı
Hepsi nurdan yaratılmış gibiydi.
Bazıları peygamberlerdi,
Bazıları şehitler, sahabeler
Bazıları gizli kalmış veli kullar …
Hepsi birbirinden güzel, nurlu, huzur doluydu.
Ama o kalabalığın tam ortasında,
Bir Zât vardı ki…
Ne göz, onu görmeye alışkındı…
Ne gönül, onu bir bakışla taşıyabilirdi…
Parlaklığı, güneşi kıskandırırdı.
Ama yakmazdı;
İçini ısıtırdı insanın.
Çünkü onun nuru, ateş gibi değil;
Rahmet gibi parlıyordu.
Ona yaklaştım…
Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.
Ama tuhaf bir şey oldu:
O’na yaklaştıkça, korkum azaldı,
Sevincim çoğaldı,
Yüreğim huzura gömüldü.
İşte oradaydı…
Resullullah
İki cihanın güneşi…
Rahmeten li’l-âlemîn…
O’nun yüzüne bir baktım…
Ama nasıl anlatayım?..
Gözleri, gecenin en sessiz ânı gibiydi.
Derin…
Ama korkutmayan bir derinlik…
Sanki kainatın sırrı o gözlerin içine gizlenmişti.
Sadece bakmak bile insanın içini temizliyordu.
Kaşları yay gibi ama kibirden uzak…
Her çizgisi, Rabbine secde eden bir ömrün iziydi.
Kirpikleri uzun ve siyah…
Sanki gözlerinin etrafında gece perdesi vardı…
Ama bu gece, karanlık değil;
Sükûnetti.
Yüzü…
Yüzü bir parıltı değil;
Bir vuslattı.
Öyle nurluydu ki,
Güneşe bakmak kolaydı ama
O’nun yüzüne doya doya bakmak mümkün değildi.
Alnı geniş ve berrak…
Secdelerin izini taşıyordu.
Dudakları…
Gülümsüyordu.
Ama bu gülüş, sıradan bir tebessüm değil;
Kalpleri dirilten bir rahmetti.
Sakalında hikmet vardı…
Her teli, bir vahiy taşıyor gibiydi.
Boyu ne uzun ne kısa…
Mükemmeldi.
Yürüyüşü, sanki yeryüzüne değil;
Arş’a yakındı.
Ve o an anladım…
Dünyada binlerce kez salavat getirmiştim,
Ama bir tek bakış O’nun yüzüne yetiyordu
Bütün o salavatların niçin var olduğunu anlamama…
Etrafındaki mümin topluluklar,
O’na hayranlıkla bakıyorlardı.
Ama bu bakışta hayranlık yoktu sadece…
Aşkla karışık bir secde hissi vardı.
Bir an başını kaldırdı…
Baktı…
Yüzümü değil, kalbimi görmüş gibiydi.
Çünkü o, ümmetini kalpleriyle tanırdı.
Ve buyurdu ki:
"Kevser’in başında bekleyeceğim sizi…
Dünyada beni özleyenleri,
Burada ilk ben kucaklayacağım."
Sesini duydum.
Ama bu ses, bir sesten fazlaydı…
Bu ses, insanın içini sarhoş eden bir rahmet çağrısıydı.
Sadece kulaklarım değil;
Bütün benliğim O’nun sesine yöneldi
Gözlerim doldu.
Secdeye kapandım.
Çünkü o an,
Rabbin rızasına kavuşmuş bir ümmetin
En yüce ödülünü görmüştüm:
Resûlullah’ın cemali…
Ama hepsinin ortak bir yanı vardı:
Rabbin hoşnutluğuna ermişlerdi.
Kevser’in kenarına eğildim.
Elimi uzattım…
Bir yudum aldım.
O su ne serindi, ne tatlı…
O su ne soğuktu, ne sıcak…
O su, sadece "sonsuzluk"tu.
Ve içtiğim an…
Bütün dünya hafızamdan silinmişti sanki.
Ne acı kaldı,
Ne kin,
Ne de yorgunluk…
O su ile,
Ruhum arınmadı sadece yeniden yaratıldı.
İşte tam o anda
Bir ses yükseldi.
Ses, bir yönden değil
Her yerden geldi.
Ve dedi ki:
“Kullarım! Size vaat edilen işte budur.
Ben sizden razıyım…
Siz de artık sadece Beni isteyin.”
O an, her şey sustu.
Kevser sustu…
Melekler sustu…
Kâinat sustu…
O Ses, bir ilim değil,
Bir varlık hâline geliyordu.
Kalbim, o sesle birlikte secdeye kapandı.
Ve artık biliyordum
Çünkü artık uyku değil, uyanış başlamıştı.
Ve uyanış, Rabbini gören bir kalbin
Sonsuz huzura ermesiydi.
Ve orada,
Arş’ın gölgesine ilk adımı attığım anda
Rüyam bitti…
Ama rüya değildi bu.
Bu, rüyaya sığmayan bir hakikatin
Bana uzatılmış küçük bir parçasıydı sadece.
Sadece bir dua gibi söylediğim sözleri
Rüyada bana hakikat kılan Rabbime…
Ve içimden dedim ki:
"Ya Rabbi… Sen ne büyüksün…
Sen bir sözü, bir duayı, bir hasreti,
Cennette tecellî ettirecek kadar lütufkârsın…
Bu rüyaysa, hiç uyanmak istemem…
Eğer bu hakikatse, ne olur, orada kalayım…"
O rüyadan uyandığımda gözlerim dolmuştu. Ter içinde uyandım gözlerimdende yaş gelmişti. Kalbim hâlâ atıyor, ruhum hâlâ o rüyanın içindeydi. Artık hiçbir dünyevî şeyin cazibesi kalmamıştı içimde. Çünkü bilmiştim ki; bu dünya ne kadar güzel olursa olsun, Allah’ın sakladığı cennetin sadece bir kıvılcımı bile ona benzemez. Ve ben bir an olsun o alemi tattım… bir an olsun oraya dokundum…
Ve o andan sonra içimde tek bir dua kaldı:
"Allah’ım… Beni oraya gerçekten al. Rüya olarak değil… ebedî olarak, razı olduğun bir kul olarak...
Allah’ım…
Sana yeryüzünün karanlıklarından, göğün yıldızlarına bakarak değil,
Senin lütuf yıldızlarının ötesine duyduğum hasretle yakarıyorum.
Beni kendine çeken cennetin değil,
Cenneti bile perde eden rızanın sevgisiyle yanıyorum.
Ey Kudretli Yaratıcım,
Sen ki cenneti bir sır olarak sakladın,
Ayette sadece bir kısmını anlattın,
Görmediğimiz renkler, duymadığımız sesler,
Adını bile bilmediğimiz güzellikler hazırladın bize…
Ben onların hayalini değil, hakikatini yaşamak istiyorum.
Kalbime düşürdüğün o manzarayı,
Rüyamda bile olsa tattırdığın o ebedî huzuru,
Senin kudretinle ve merhametinle ebedî kıl, Allah’ım.
O nurdan evlerin sakini olmak istiyorum,
O nehirlerin kenarında, Senin adını anarak ebedî yürümek…
Allah’ım,
Bu dünya gelip geçiyor, hevesler soluyor, güzellikler çürüyor.
Ama Senin yurdun bakî,
Senin vaadin şaşmaz,
Senin kelamın sonsuz bir gerçeğin kapısıdır.
Beni öyle bir kul eyle ki,
Ne dünya oyalar beni, ne nefsim aldatır.
Ne insanların alkışı duama karışır,
Ne de şeytan kalbimde bir boşluk bulur…
Ey Cennetin Sahibi,
Bana orayı gösterdiğin gibi, beni de oraya al.
Oraya girmek için değil, Senin rızanı kazanmak için yaşayayım.
Cenneti değil, Senin razı olmanı isteyeyim…
Ama bil ki, Sen razı olursan, cennet zaten boynumda bir gerdanlık olur…
Ve Allah’ım…
Oraya alırsan beni, ne israf ederim sevinci,
Ne unuturum bu dünya çilesini.
Yalnız secdede derim ki:
“Rabbim! Şimdi oldu… Şimdi anladım neden sabretmemi istedin.
Şimdi çözüldü her düğüm,
Şimdi tamam oldu ruhum.🌼😢😢
❤️
😢
🤲
😭
💚
🥹
❤
❤🔥
🌸
🌹
54