
Dr. Batuhan Celik
1.5K subscribers
About Dr. Batuhan Celik
McGill University Tıp
Similar Channels
Swipe to see more
Posts

"İsrail Türkiye ile savaşmayacak." Bunu bir temenni olarak değil, bir gerçeklik olarak söylüyorum. Tarihi, siyasi dengeleri, coğrafi şartları, istihbarat analizlerini ve askeri kapasiteyi bilen biri olarak konuşuyorum: İsrail, Türkiye ile savaşacak durumda değildir. Ne askeri gücü, ne stratejik konumu, ne de küresel dengelerdeki yeri buna müsaade eder. Unutmayın, savaş sadece silahla olmaz; savaş, ekonomik dayanıklılıkla, lojistikle, kamuoyu desteğiyle, uluslararası konumla olur. Birincisi: Türkiye, NATO üyesi bir ülkedir. NATO’ya yapılacak bir saldırı, tüm üyelere yapılmış sayılır. İsrail’in böyle bir saldırıya cesaret etmesi, sadece Türkiye ile değil, onlarca ülkeyle savaş anlamına gelir. Bu da İsrail'in diplomatik ve ekonomik izolasyonuyla sonuçlanır. İkincisi: Türkiye, sadece bir ülke değil; jeopolitik bir güçtür. Boğazlara, üç kıtaya açılan kapıya, enerji yollarına ve stratejik hava sahalarına sahiptir. İsrail bu gerçeği en iyi bilen ülkelerden biridir. Üçüncüsü: İsrail'in ordusu teknolojik olarak güçlü görünse de, sınırlı ve küçük bir kara ordusuna sahiptir. Asker sayısı, askeri yedek gücü ve uzun süreli savaş kapasitesi Türkiye ile kıyaslanamaz. Türkiye'nin genç nüfusu, derin devlet aklı ve askeri geçmişi bunu net şekilde aşar. Dördüncüsü: İç istihbaratlarımız ve diplomatik kaynaklarımız şunu açıkça söylüyor: İsrail'in Türkiye ile bir savaş planı yoktur. Bölgedeki kaosu büyütmek isteyen bazı odaklar, özellikle medya ve sosyal medya üzerinden “Türkiye-İsrail savaşı çıkacak” korkusunu yaymakta. Bu, zihinleri bulandırmak, kalpleri korkuyla doldurmak, maneviyatı zedelemek için üretilmiş psikolojik bir operasyondur. Beşincisi: Türkiye, savaşlar için değil, barış için güçlüdür. Ama gerektiğinde mazlumun yanında dimdik duracak, zalime de haddini bildirecek bir iradeye sahiptir. Devlet aklıyla hareket eder. Hiçbir adımı duygusal ya da aceleci değildir. Kiymetli kardeşlerim Her duyduğunuza inanmayın. Her videoyu, her paylaşımı gerçek sanmayın. Kalbinizi korkuyla değil, imanla doldurun. Rabbimiz buyuruyor: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur..." (Bakara, 268) Bugün de medya eliyle sizi "savaşla" korkutanlar var. Ama biliniz ki, bu milletin kaderi, sadece yeryüzündeki planlara değil, gökyüzündeki takdire bağlıdır. Ve biz, Allah'ın izniyle, öyle bir milletiz ki; yere düşsek bile secdeyle kalkarız! Kalbinizi ferah tutun. Türkiye güçlüdür. Ne düşer, ne eğilir. Savaş çıkmayacak, çünkü savaşacak bir zemin yok. Zaman, birlik olma zamanı. Zaman, ilme, şuura ve basirete sarılma zamanı. Batuhan Çelik

Dünya hayatı için ahirettinizi helak etmeyin...

Bu konu gerçekten hem aklı hem kalbi meşgul eden derin bir meseledir. Her şeyden önce şunu bilmek gerekir: modern bankacılık sistemi, İslam’ın faiz yasağıyla birebir örtüşmeyen, hatta çoğu zaman onunla ters düşen bir sistem üzerine kuruludur. Ve evet, banka promosyonları gibi görünen bu tür ödemeler de o sistemin bir parçası olarak işler. Bankalar, müşterilerinin hesaplarında bulunan paraları aktif olarak kullanır. Bu paralar ya kredi olarak verilir ya da başka finansal işlemlere sokulur. Bu işlemlerin büyük çoğunluğu faizli sistem üzerinden döner. Dolayısıyla bankada duran her para, sisteme bir şekilde can suyu verir. Banka bu parayı işleterek kazanç sağlar. Bu kazancın bir kısmını da müşteriye promosyon olarak sunar. Yani banka aslında kendi cebinden bir şey vermiyor; sistemin içinden çıkardığı geliri, yine sistemde kalması için bir yem gibi kullanıyor. Burada mesele sadece bankanın “verdiği para” değil, bu paranın nereden geldiği ve neye hizmet ettiğidir. Çünkü kazancın kaynağı, hükmün temelini belirler. Bir şey şeklen helal görünse bile, arka planında harama dayalı bir işlem varsa, o zaman o kazancın da hükmü tartışmalı hale gelir. Ama bu noktada insanın aklına şu da gelir: Peki ne yapmalı? Günümüzde neredeyse tüm maaşlar bankalar aracılığıyla ödeniyor, sistemin dışına çıkmak da kolay değil. İşte burada niyet ve imkân devreye girer. Zorunluluk altında kalan biriyle, bunu kendi iradesiyle tercih eden biri elbette bir olmaz. Bir yanda çaresizlik, bir yanda bilinçli yöneliş vardır. Zorunlu olarak banka sistemine giren bir insanın, gönlünde bu sisteme karşı bir rahatsızlık taşıması bile onun lehine yazılır. Ancak imkânı olan, alternatif yolları düşünebilen bir mümin için tercihlerin sorumluluğu da büyüktür. Faize bulaşmadan yaşamaya çalışmak bir mücadeledir ve bu mücadele Allah katında değersiz kalmaz. Sonuç olarak; promosyon gibi ödemelerin altında yatan kaynak ve niyet sorgulanmadan alınması, bazı hassas kalplerde gönül sıkıntısı oluşturabilir. Bu durumda kişi kendine şunu sormalıdır: Bu kazanç beni Allah’a yaklaştırıyor mu, yoksa uzaklaştırıyor mu? Zira helal sadece midenin değil, kalbin de doyduğu rızıktır. Günümüzde yaşadığımız bu sistemin içinden geçerken, helali aramak belki zor ama imkânsız değildir. Önemli olan, gayret, farkındalık ve teslimiyettir. Rabbim, helali kolaylaştırsın, haramdan korusun. Batuhan Çelik


İran’ın İsrail’e yönelik zaman zaman sert ve tehditkâr çıkışları, kimi zaman füze saldırılarına varan eylemleri, çoğu zaman doğrudan Gazze halkına yapılan zulme karşılık olarak sunuluyor. Ancak bu tür devletlerarası hamlelerin ardında sadece duygusal ya da insani gerekçeler değil, çok daha geniş çaplı siyasî, stratejik ve bölgesel hesaplar da yer alır. Gazze’ye destek söylemi, bu politik adımların en görünür kalkanıdır belki; ama perde arkasında iç politik dengeler, mezhep eksenli rekabetler ve güç mücadelesi gibi derin sebepler de bulunur. İsrail tarafı ise, bölgede uzun yıllardır süren işgal ve zulüm politikalarıyla, sadece Gazze’de değil, tüm Filistin topraklarında büyük acılara sebep olmuş durumda. Fakat bu noktada çok önemli bir ayrımı her zaman kalpte taşımak gerekir: Hiçbir toplum, hiçbir halk, bütünüyle iyi ya da kötü olarak etiketlenemez. Tıpkı her milletten zalimler çıkabileceği gibi, her milletten vicdan sahibi, adaletli insanlar da çıkar. Bu yüzden bir ülkenin devlet politikaları ile o ülkede yaşayan tüm bireyleri aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık olur. Mazlumun kimliği sorulmaz, zalimin dili, dini, ırkı olmaz. Zulüm kimden gelirse gelsin karşı durmak, kim mazlumsa onun yanında olmak, insan olmanın en temel erdemidir. Bu yüzden bir topluluğa olan öfke, adaletten sapmaya sebep olmamalıdır. Her şeyden önce, vicdanı kaybetmeden, yüreği öfkeye teslim etmeden meseleleri değerlendirebilmek gerekir. Dolayısıyla İran’ın attığı bombayı sadece Gazze’ye duyulan merhametle açıklamak, yaşanan büyük satranç tahtasını görmezden gelmek olur. Aynı zamanda İsrail içinde bu savaşa, zulme karşı çıkan onurlu sesleri de yok saymak büyük bir adaletsizlik olur. Çünkü insanlık, sadece bir ırka, bir bayrağa, bir sınır haritasına değil; vicdana, ahlâka ve adalete göre şekillenir. Öyleyse meseleye bakarken ne duygular aklı örtsün ne akıl kalbi kurutsun. En doğru bakış; hakikati merkeze alan, kimseyi toptan yargılamayan, ama zulmün karşısında da eğilmeyen bakıştır Batuhan Çelik

Bu konu çokça merak edilen, zaman zaman da yanlış anlaşılan meselelerden biridir. "Galu Bela" yani "Elest Bezmi" dediğimiz olay, ruhların daha bedenlere gelmeden önce, Rabbimizle yaptıkları bir sözleşmeyi ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de bu an şu şekilde geçer: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedim. Onlar da 'Evet, Rabbimizsin, şahidiz' dediler." (A’raf Suresi, 172. Ayet) Bu ayet, insanın yaratılış gayesini, Allah'ı bilip tanımaya ve ona yönelmeye meyilli bir fıtratla dünyaya gönderildiğini gösterir. Yani her insanın ruhu aslında hakikati tanımaya hazır bir özle yaratılmıştır. Ruhların dünyaya gelişi ve hangi aileye mensup olacağı meselesi, insan aklını en çok meşgul eden kadim sorulardan biridir. Bu konu, hem metafizik hem de ilahi adalet bağlamında incelikle ele alınmayı gerektirir Öncelikle, "Galû Belâ" (Ruhlar Âlemi) kavramı, insanın yaratılış hikmetine dair derin bir sırrı barındırır. Kur'an-ı Kerim'de, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına ruhların "Evet, sen bizim Rabbimizsin" şeklinde şahitlik ettiği anlatılır. Bu ahit, her insanın fıtratına işlenmiş bir hakikattir. Ancak buradaki "Evet" cevabı, yalnızca Müslüman ailelerde doğacak ruhlara has bir durum değildir. Zira dinimizin inancına göre her çocuk fıtrat üzere doğar; yani her insan, potansiyel olarak bu ilahi gerçeği tanıyabilecek bir öze sahiptir. Şimdi şu soruluyor: Eğer herkes “Evet, Rabbimizsin” dediyse, neden bazı insanlar Müslüman bir ailede doğuyor da bazıları başka bir dine mensup ailede? Bu adil mi? Bu haksızlık değil mi? Müslüman olmayan bir ailede dünyaya gelen bir ruhun, "Galû Belâ"da "Hayır" dediği şeklindeki yorum, insan iradesi ve ilahi takdir arasındaki dengeyi anlamakla alakalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, Allah'ın adaleti mutlaktır ve hiçbir ruh, imtihan edilmeden cezalandırılmaz. Bir insanın hangi coğrafyada, hangi inanç ortamında doğacağı, onun nihai kaderi değil, imtihanının bir parçasıdır. Bu durum, yüzeysel bakıldığında bir "haksızlık" gibi görünebilir. Ancak derin düşünüldüğünde, asıl hikmetin insanın özgür iradesinde yattığı anlaşılır. Allah, her kuluna farklı şartlarda imtihan verir; kimine hidayet nasip eder, kimini ise seçimleriyle baş başa bırakır. Önemli olan, kişinin karşılaştığı şartlar ne olursa olsun, hakikati arayıp bulma çabasıdır. İşte burada anlamamız gereken çok önemli bir sır var: Doğduğumuz yer, ailemiz, çevremiz; imtihanın bir parçasıdır. Bir insan İslam’ı bilen bir ailede doğmakla sınanır, diğeri ise bilmeyen bir çevrede doğmakla. Herkesin imtihanı kendi kaderine özel yazılır. Kimi bilgiyle denenir, kimi cehaletin ortasında vicdanıyla, kalbiyle Rabbine ulaşmakla. Yani her insan, bulunduğu ortamda Hakk’a ulaşabilecek bir yol ile sınanır. Kur’an’da şöyle buyurulur: > “Biz hiçbir kavme, onu uyaran bir peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.” (İsra Suresi, 15. Ayet) Yani kimse, bilmediği bir şeyden sorumlu tutulmaz. Herkesin sorgusu, bildikleri ve ulaşabildikleri kadar olacak. Allah adildir, zerre kadar zulmetmez. Şimdi bir başka yönüyle bakalım: Müslüman bir ailede doğmak, otomatik olarak doğru yolda olmak mıdır? Hayır. Nice insanlar vardır ki İslam’ı bilir ama yaşamaz. Nice insanlar vardır ki İslam'ı hiç tanımamış gibi görünür ama yüreğinde öyle bir arayış vardır ki, Allah ona bir yol açar, bir vesile gönderir. Yani mesele sadece nerede doğduğun değil, yüreğinde hangi arayışla yaşadığındır. Kalp neye meyilliyse, hakikati ararsa, Allah onun önüne yolu açar. Çünkü Allah, kuluna şah damarından daha yakındır ve kulunu tanır. Kimseyi çaresiz bırakmaz. Şu da unutulmamalıdır ki, birçok Müslüman, sonradan hidayet bulmuş insanlardan oluşur. Tarih boyunca, en katı inançsızlık ortamlarında bile hakikati keşfedip ona tutunan sayısız insan olmuştur. Bu da gösteriyor ki, doğuştan gelen şartlar insanı mutlak anlamda sınırlamaz. Sonuç olarak, bu meseleyi salt "kaderin adaletsizliği" olarak görmek yerine, insanın irade, sabır ve arayışının değerini idrak etmek gerekir. Allah'ın rahmeti ve adaleti, hiçbir kulunu haksızlığa uğratmaz. Herkes, kendi yolculuğunda imtihan olunur ve herkesin karşılaştığı zorluklar, aslında onun ruhunu olgunlaştıran birer vesiledir. Belki de en güzel bakış açısı, bu dünyanın bir imtihan sahnesi olduğunu hatırlayarak, her insanın kendi yolunda ilerlerken içindeki fıtrat sesini dinlemesine duyulan güvendir. Çünkü Allah, kullarına asla zulmetmez ve herkes, nihayetinde kendi seçimleriyle yüzleşecektir. Özetle: Kim nerede doğarsa doğsun, Allah kimseye zulmetmez. Herkesin imtihanı kendi kaderine göredir. Ruhların “evet” dediği söz, bu dünyadaki arayışımızın başlangıç noktasıdır. O cevabı unutsak da, kalbimizde o sesi hatırlayacak bir fıtrat saklıdır. Önemli olan, hangi ortamda olursak olalım, içimizdeki o sesi takip edebilmektir. Ve gençler... Onlar sorular sorar çünkü düşünürler. Bu çok kıymetlidir. Sorgulamak, aslında hakikate duyulan özlemin bir işaretidir. O yüzden korkmamak, bastırmamak gerekir. Bilakis, bu sorulara yargılamadan, suçlamadan, sevgiyle ve ilimle yaklaşmak gerekir. Çünkü hakikati arayan bir genç, yarın Hakk’ın nuruna en güçlü şahid olabilir. Batuhan Çelik


Allah bir kulunu sevdi mi… O kulu insanlara yar etmez. O kulunu alır insanlardan, çeker kendi yakınlığına. Zira Allah, o kulunun kalbini başka sevdalarla meşgul görmek istemez. İster ki o kalpte sadece Kendisi olsun… İster ki o gönül, dünyaya değil, yalnızca O’na açılsın… O yüzden… İnsanlar o kulu anlamaz. Anlasalar bile yanında durmaz. Dursa bile yüreğini tutamaz… Çünkü o kul, kimseye ait değildir artık. O artık bir Sahib'e teslim edilmiştir. Bir Yaradan’a, bir Vefalı’ya, bir Rahman’a… Bazen en çok güvendikleri onu terk eder. En çok sevdikleri, en çok acıtır. Ve o kul, gözyaşlarının içine gömülürken… Bir rahmet eli iner gecenin koynundan: “Ben buradayım… Sen herkes gittikten sonra da Benimlesin…” İşte o zaman… Kalbi kırık ama Rabbiyle doludur o kulun. Yaralıdır ama yıkılmamıştır. Çünkü Rabbi ona gözyaşı dökmeyi öğretmiştir ki, O gözyaşlarında gizli dualar saklıdır… Sessiz feryatlarda yükselen yakarışlar vardır… Allah bir kulunu sevdi mi… O kulun nasibini insanların sevgisine bağlamaz. Ona insanlar değil, Rabbinin rahmeti yeter. İnsanlar onu dışladıkça, Allah yaklaştırır. İnsanlar unuttukça, Allah hatırlatır: “Ben kuluma şah damarından daha yakınım…” O yüzden ey kalbi kırık kul… Zannetme ki yalnızsın… Zannetme ki terk edildin… Aslında Rabbin seni özel kılıyor. Seni herkesten çekip alıyor ki, Sadece kendine kul, sadece kendine dost edesin… Bazı yalnızlıklar var ki; İçinde bin secde, bin dua, bin teslimiyet gizlidir… Allah seni, bu dünyada sevilmemeye mahkûm etmiyor; Sadece seni kendine ayırıyor… Çünkü seni en çok O seviyor… Ve bir gün sen de anlayacaksın… İnsanların seni anlamadığı, terk ettiği her an; Rabbinin seni çağırdığı andı. Sen O’na yürümeyi seçtiğinde, O zaten sana koşmuştu bile… Batuhan Çelik

Bazı zamanlar vardır… Kalbinizin tam ortasında tarifsiz bir yalnızlık oturur. İnsan etrafındakilerle değil, anlaşılmadığında yalnız hisseder. İçten içe “Neden olmuyor?” diye sormaya başlar. Dua eder, bekler, sabreder ama sanki hayat hep ters yöne akar. Umutlar kurulur, sonra darmadağın olur. İşte bu satırlar, o halin bir yansıması gibi... Nice gönüller vardır ki; sevildiğini hiç hissedememiştir. Bir hevesle kurulan hayaller, bir anda hüsrana dönüşmüştür. Nice yürek, doğru kişiyle karşılaşma ümidiyle geceyi sabaha bağlamış, ama sabah hep aynı boşlukla doğmuştur… Ama bilinsin ki… Bu hâl bir eksiklik değil; aksine, Allah’a en yakın olunan hâllerden biridir. Çünkü o yalnızlıkta bile dua vardır, sabır vardır, tevekkül vardır. Ve Allah şöyle buyurur: “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.” (Duha Suresi, 3) Gecikmeler hikmetsiz değildir. Bazen Rabbimiz geciktirir, çünkü daha hayırlısını hazırlar. Bazen vermez, çünkü korur. Bazen susturur, çünkü içimizle konuşmak ister… Belki de biz bu yollarda çırpınırken, O bizim için bambaşka bir kader örmektedir… Bunu yazın bir kenara; Allah sizin dualarınızı duyuyor. Siz bekliyorsunuz, O hazırlıyor. Siz sabrediyorsunuz, O büyütüyor. Siz dua ediyorsunuz, O yazıyor… Belki de sizi öyle bir eşle, öyle bir hayatla buluşturmak istiyor ki; o karşılaşma için her şeyi en doğru zamanda, en doğru yerde kuruyor… Ve o gün geldiğinde; “İyi ki beklemişim… iyi ki sabretmişim” dedirtecek bir kaderle karşılaşacaksınız. Hayat dar geldiğinde, daralan kalbe şunu hatırlatmak gerek: “Bu dünya küçük… Rabbimiz büyük.” Ve O'nun planı, bizim hayallerimizden her zaman daha güzeldir. Dualarınız kabul olsun. Rabbim, kalplerinizi huzurla, yollarınızı hayırla, bekleyişinizi vuslatla tamamlasın inşallah. Batuhan Çelik

Mümkünse evinizin içindeki sorunları, tartışmaları ya da mahremiyetinizi dışarıya taşımayın. Unutmayın ki sizin açtığınız her perde, başkalarının dilinde dedikoduya dönüşür. Evinizin mahremiyeti, başkasının eğlencesi haline gelir. Onlara malzeme sunmuş olursunuz; bir bakarsınız, sizin dertleriniz, onların meclisinde kahkahalarla konuşuluyor... Çünkü bu çağ, ne yazık ki, sır tutmayı unuttu. Ahlâk erozyonuna uğramış bir toplumdayız; insanlar anlayıştan uzak, vicdanlarını yitirmiş, mahremiyeti ayaklar altına almış durumda. Herkes konuşuyor ama kimse dinlemiyor, herkes yorum yapıyor ama kimse anlamıyor. Bu yüzden, ev içindeki her meseleyi önce kendi içinizde çözmeye çalışın. Sessizliğinizi, sabrınızı ve duanızı meselelerinize siper edin. Çünkü her sorun, her kalbe emanet edilmez. Her insan, sır taşıyamaz. Ve herkes, sizin derdinize derman olacak kalbi taşımıyor. Varlığınıza ve mahremiyetinize sahip çıkın. Kimseye kendinizi izletmeyin, iç dünyanızı ucuz gözlere sunmayın. Zira evin sırrı evin içinde kalırsa, çözümü de evin içinden doğar. Batuhan Çelik

"Tamda tüm DÜNYA ÜLKELERİ GAZZE İÇİN yürüyüşe geçmişken, nasılda İsrail-İran tiyatrosuyla GÜNDEMİ DEĞİŞTİRDİLER.." Bu denli akıl dışı ve yüzeysel bir bakış açısına rastlamak bile başlı başına bir vak’a… Hemen hemen her sayfada bu kelimeler dolaşıyor... Bir yıldan fazladır sokaklar doldu, meydanlar taştı, diller kınama ile çalkalandı… Peki ne değişti? Gazze'de insanların üzerine yağan bombalar durdu mu? Açlık, yıkım, ölüm bitti mi? Hayır... Çünkü karşında vicdanı olan bir düşman yok. Karşında mitingden, yürüyüşten, sosyal medya tepkisinden etkilenecek bir zihniyet yok. Karşında ölüm kusan, strateji bilen, akılla hareket eden, düşmanını iyi tanıyan organize bir makine var. Ve sen hâlâ İran'ın“füzeler tiyatro” diyecek kadar cahilsin. Atılan füzenin ne demek olduğunu bilmeden yorum yapan, ne askeri akıl bilen, ne siyaset okuyan, ne de coğrafya idrak eden bir akılla ahkâm kesiyorsun. Bilmediğini bilmiyorsun. Kulaktan dolma bilgilerle fikir beyan edip kendini ‘uyanmış’ sanıyorsun. Ortada gerçekler varken hâlâ tiyatro diyen bir aklın karanlığıyla karşı karşıyayız. İran, bir gecede 20'ye yakın bilim insanını kaybetti. Nükleer üsleri vuruldu, askeri bölgeleri hedef alındı, ağır kayıplar verdi. İsrail ise yıllardır İran’la yürüttüğü gölge savaşın dozunu aleni çatışmaya taşıdı. Ve hâlâ bazıları çıkıp ‘bunlar danışıklı dövüş, gündem değiştiriyorlar’ diyebiliyor. Ne acı… Füze fırlatılıyor ama “sahne” diyorlar. İnsanlar ölüyor ama “flim” sanıyorlar. Bilim insanları öldürülüyor ama “rol” diyorlar. Görüntü var "yapay zeka" diyorlar. Çünkü o zihinler sahaya değil, sadece sosyal medyaya bakıyor. Gerçeği görmek için olayın içine değil, manipülatif başlıklara, kulaktan dolma teorilere sığınıyorlar. Evet, Gazze için tüm dünya ayağa kalktı. Zalim durdu mu? Kuşatma bitti mi? Hayır! Çünkü karşıdaki düşman ne vicdan tanır ne de yürüyüş anlar. O, teknolojiyi tanır, stratejiyi tanır, istihbaratı tanır. O yüzden Gazze için gerçekten bir şey yapmak istiyorsan sadece pankart değil, proje üretmelisin. Sadece bağırmak değil, akıl kullanmalısın. Ve şimdi, ortada hakiki bir çatışma var. Misillemeler yaşanıyor. Taraflar kayıp veriyor. Ama bizdeki bazı zihinler, her şeyin ardında bir tiyatro aramakla meşgul. Çünkü gerçek bilgiye ulaşma zahmetine girmiyorlar. Çünkü bilim, analiz, jeopolitik okuma yok. Sadece ezber var. Ne ilim var ne hikmet; sadece varsayım var. Bu anlayış Gazze’ye de, ümmete de, insanlığa da fayda sağlamaz. Gerçeklerle yüzleşmeyen, sadece kendi kurgusuna inanan bir toplum, asıl düşmanı tanıyamaz. Ve düşman tanınmazsa, ona karşı ne dua işe yarar ne miting ne de söylem. O hâlde uyan artık. Bu dünya sahne değil, savaş alanı. Ve bu savaş, sadece topla tüfekle değil; zihinle, bilgiyle, teknolojiyle, stratejiyle kazanılır. Haklı olmak yetmez, güçlü olman gerekir. Gücün yoksa ne yürüyüşün duyulur ne de feryadın... Gerçekler bağırmaz. Ama bir gün çok acıtır.” İnsanlık yürüyüşle kurtulmadı hiçbir zaman. Hz. Musa denizi yürüyerek değil, Allah’ın emrine boyun eğerek yardımıyla geçti. Hz. Muhammed (sav), sadece boykotlarla değil, stratejiyle, hicretle, sabırla, savaşla ve en önemlisi vahyin rehberliğinde zafere yürüdü. Sen ne strateji biliyorsun, ne hikmet, ne sabır, ne mücadele. Sadece konuşuyorsun. Bu çağda savaş yalnızca cephede değil; akılda, masada, laboratuvarda, üniversitede, algoritmada, uyduda veriliyor. Kaleyi dışarıdan sloganla deviremezsin. Kale, içten fethedilir; ilimle, bilimle, sabırla, hamleyle. Aksi halde sadece izlersin, sadece yazarsın, sadece üzülürsün. Ve sonunda hep kaybeden sen olursun… Artık uyanmalı bu millet... Boş konuşmayı, ezbere yorum yapmayı bırakıp; okumalı, öğrenmeli, üretmeli ve ayağa kalkmalı. Zira bu çağın cihadı, sadece meydanda değil, zekâda, bilimde, teknolojide veriliyor. Zalim, bu alanlarda güçlü. Mazlumun da bu cephede güçlenmesi şart. Aksi halde sadece izleyen, ağlayan, lanetleyen bir kitle olmaktan öteye geçilemez… Batuhan Çelik

Bazı evlilikler, sevdiğin kişiyle değil, onun ailesiyle yapılmış gibi..." İşte ne yazık ki bu cümle, zamanımızda birçok evliliğin sessiz feryadı. Evlilik, iki insanın birbirini severek, anlayarak ve hayatlarını birleştirerek kurduğu kutsal bir bağdır. Bu bağın içinde dışarıdan gelen müdahalelere yer olmamalıdır. Çünkü evlilik; iki kişilik bir mahremiyet alanıdır. Sorun da sevinç de paylaşılır, ama dışarıya taşınmaz. Eğer iki insanın arasındaki meseleye üçüncü kişiler –özellikle aile bireyleri– dâhil edilirse, bu mahremiyet yavaş yavaş bozulur. Çünkü dışarıdaki aileler çoğu zaman adaletli davranamaz. Herkes kendi evladını korur, onun tarafını tutar. Taraf tutmak, diğer kişiyi yere düşürmektir. Haklıya değil, yakına yakın durulursa, adalet değil, zulüm büyür. Bugün gözlemlediğim kadarıyla çok az insan aile içi meselelerde hakkı ve hukuku gözetiyor. Tam aksine; "benim oğlum, benim kızım" diyerek, gelini kırıyor, damadı incitiyor. Bu da evliliğin temelini sarsıyor. Çünkü bir eş, yalnızca çocuk doğurmak, ev işi yapmak, hizmet etmek için alınmaz. Eş; insanın imtihan arkadaşıdır, can yoldaşıdır. Bir eş, imanın yarısıdır. Sevgiyle, saygıyla, merhametle yaklaşmak gerekir. Eğer her sıkıntıda dış kapıların anahtarı aileye uzanırsa, bu evlilik bir ev değil, bir savaş alanı olur. Halbuki evlilikte asıl olan; sorunları birlikte aşmak, dışarıya taşırmadan, kalp kırmadan çözmektir. İki insanın arasında olan mesele, yine o iki insan arasında kalmalıdır. Aileden gelen destek, müdahale değil dua olmalıdır... Taraf olmak değil, tarafsızca dua etmek gerek... Evlatlarını korurken karşısındaki insanın da birilerinin evladı olduğunu unutmamak gerek... Evlilik, iki insanın değil, iki ruhun kader ortaklığıdır. Ve o ortaklık, dış seslerin değil, iç huzurun üzerine kurulmalıdır... Eğer bir evlilikte eşler, yaşadıkları sorunları kendi aralarında sevgiyle, anlayışla, sabırla çözemiyorsa… o zaman üçüncü bir kişinin desteğine başvurmak gerekebilir. Ama dikkat! Bu üçüncü kişi herkes olamaz… Çünkü mesele bir gönül meselesidir, mesele bir yuva meselesidir. Dâhil edilen kişi; Taraf tutmayan, yargılamayan, dinlemesini bilen, kalpleri onarabilen biri olmalıdır. Adalet terazisini şaşmadan tutan, Merhameti yüreğinde taşıyan, Ve asla birinin yanında dururken diğerini yerin dibine sokmayan biri olmalıdır. Bu kişi, dertleri daha da büyüten değil, Köprüleri yıkan değil, yeniden kuran biri olmalıdır. Taraf değil, hakem olmalıdır. Yargılayan değil, yol gösteren olmalıdır. Çünkü evlilikler, başkalarının hoyrat ellerinde değil, anlayışlı kalplerin rehberliğinde düze çıkabilir. Ve bazen bir çiftin en çok ihtiyacı olan şey, sadece adil bir göz ve dua eden bir dil olabilir... Dediğim gibi .... Ama bazen olur ki, ne kadar uğraşsalar da bir çözüme ulaşamazlar. İşte o zaman, devreye üçüncü bir şahıs girer. Ancak bu kişi öyle rastgele biri olmamalıdır. Taraf tutan, yargılayan, duygulara kör, öfkeyle konuşan biri asla olmamalıdır. Çünkü mesele "kim haklı, kim haksız" tartışması değil; mesele bir yuvanın dağılmadan nasıl toparlanacağıdır. Bu üçüncü kişi, hem kadını hem erkeği dinlemeli, sadece sözlerini değil, kalplerini de anlamaya çalışmalıdır. Suçlu aramamalı, çözüm aramalıdır. Taraf tutmamalı, adaletle yaklaşmalıdır. Kırık dökük duyguların arasından bir çıkış yolu bulmalı, gönülleri birbirine yeniden yaklaştırmalıdır. Nazikçe dinlemeli, hüküm değil, merhametle rehberlik etmelidir. Çünkü bir evliliği kurtarmak; sadece iki kişinin değil, bazen doğru bir kişinin doğru yaklaşımına bağlıdır. Ve unutulmamalıdır ki: Evliliği yıkan değil, onaran insanlar değerlidir. Batuhan Çelik