
Dr. Mehmet Sürmeli
672 subscribers
About Dr. Mehmet Sürmeli
Mehmet Sürmeli Hoca Tanıtım Kanalı Duyuru & Makale Paylaşımı Davet Araştırmaları Merkezi davam.org.tr
Similar Channels
Swipe to see more
Posts

"ETEĞİNİZİ TEMİZ TUTUN" Kısacık bir surenin girişinde İslâm’a davet ve tebliğin nereden başlayacağını öğreten Yüce Allah, davet görevini üstlenen Müslümanların hem nasıl olmalarını, hem de davete nasıl başlayacaklarını da bu surede beyan etmiştir. Şu ayet davetçinin nasıl olmasını ortaya koymaktadır: “وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْۙ” “(Tebliğ ve uyarıya, öncelikle kendinden başla: Senin kişilik ve karakterini sembolize eden) elbiseni, (ahlakını, cinselliğini, öz benliğini ve çevreni) temiz tut!”[1] Bu ayetteki “وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْۙ” ayetine iki anlam verilmiştir. Bazı müfessirler lafzi anlamı da göz önünde bulundurarak ayetin elbiselerin temiz tutulmasına işaret ettiğini eserlerine almışlardır.[2] Özellikle böyle fıkıh eksenli bir anlamı Ebussuud Efendi(ö.h: 982) tercih etmiştir.[3] Buna göre meal; “Elbiselerini (her zaman) temiz tut” şeklindedir. Böyle bir anlam vermek caizdir. Resulullah’ın her türlü kirden elbiselerini temiz tutması istenmiş olabilir. Dini, insanlar arasında tebliğ eden birine böyle bir emrin verilmesi gayet doğaldır.[4] Ayrıca bilinmeli ki namazın sıhhati için elbiselerin temiz olması şarttır.[5] Toplumun her an önünde olan kişilerin dış elbiselerinin temizliğine ve düzenine riayet etmemesi muhatap kitleyi irite edebilir. Bütün bu hikmetlerden dolayı görüntünün güzelliği de çok önemlidir. “Elbiseni temiz tut” ifadesinin zahiri anlamından ayrı olarak mecazi anlamının olduğunu; hatta “elbise temizliğinin” Araplar arsında deyim yerine kullanıldığını söyleyen müfessirler olmuştur. Bazı müfessirler her iki anlamı da vermişlerdir. Peygamber Efendimize yakınlığı bakımından örnekleri ilk tefsir kaynaklarından vermek istiyoruz. İlk kaynaklardaki görüşler pratiklerini sahabenin temsilinden almış olabilirler. Tefsiri bize ulaşan ilk müfessirlerden Hasan el-Basri(ö.h: 110) suredeki “وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْۙ” ayetine; “ Ahlakını güzelleştir. Zira insanın ahlakı tüm davranışlarını içerisine alır. Adeta bedenini örten elbise gibidir”[6] manasını vermiştir. Mukatil b. Süleyman(ö.h: 150) ayetin deyimsel anlam içerdiğine şu ifadesiyle açıklık getirmiştir: “Tevbe ile bütün isyan ve günahlardan arın. Çünkü Araplar, bir adam günah işlediği zaman, ‘elbisesi kirlendi’ derlerdi. Şayet tevbe ederek ölecek olursa ‘elbisesi temiz adamdı’ diye anarlardı.[7] Ferra ise(ö.h: 207) elbise temizliğinden kastı şöyle açıklamıştır: ‘’Sakın insanlara karşı haksızlık yapma; kimsenin hukukuna gadretme. Eğer insanlara gadredersen elbiseni kirletmiş olursun. Davranışlarını her an ıslah et.’’[8] İbni Vehb(ö.h: 308); “Kalbin hıyanetten, haksızlıktan ve kinden arındırılmasıdır” demiştir.[9] Rivayet tefsirlerinin anası sayılan meşhur Cami’u-l Beyan adlı tefsirde Taberi(ö.h: 310) ansiklopedik malumat vererek bütün görüşleri toplamıştır. Buna göre Taberi ayete; “Haksızlık, günah, hata, fücur, mâsiyet ve helal olmayan kazançlardan uzak durup davranışları ıslah etmektir.[10] Manasını takdir etmiştir. İmam Maturidi(ö.h: 333); ayetteki “elbise” kelimesinin kinaye oluşuna dikkat çekmiş ve Arapların; “ahdine vefa göstermeyen kişiler” için böyle konuştuklarını belirtmiştir. Elbiseden kasıt da insanın nefsidir, demiştir. İnsanın nefsine yönelerek; “Huyunu ve ahlakını, davranışlarını ve kötü anılmana sebep olacak sözlerini temiz tut” demesi gerekir.[11] İşari tefsirlerin öncülerinden olan Sülemî (ö.h: 412)bu ayet için; “Günaha düşme hastalıklarından ve dünya meşgalesinden kalbini temizle ki ibadetlerin tadını alasın” anlamını öne çıkarmış ve “dünyanın lüzumsuz işlerinden sıyrılmak” anlamını tercih etmiştir.[12] Muhyiddin İbni A’rabi (ö.h: 638) her iki anlamı birleştirerek “elbiseni temiz tut” emrinden murat edilenin; “İçini/maneviyatını kötülüklerden, çirkin fiillerden, kınanan sözlerden, beğenilmeyen adetlerden ve azabı celbeden sıkıntı verici şeylerden temizlemeden önce zahirini temiz tut” olduğunu beyan etmiştir.[13] Gönül ister ki bu ayete meal verirken araştırmacıların yukardaki anlamları göz önünde bulundursunlar ve deyim anlamını öne çıkarsınlar. Çünkü bu anlamda davetçinin ahlaki yüceliğinin zirvede olmasına teşvik vardır. Ahlak olmadan ne iktidar ne de velayete liyakat olamaz. Tüm bunlardan dolayı Mekkî ayetlerin öncelikli konusu; marifetullah ve ahlaktır. Ayetin öncelikle vurguladığı husus, önderlik kadrosunun ahlaken temiz olması, maddi ve manevi kirlerden temizlenmesi; günahlara dalarak emanete liyakatten düşmemesidir. Davetin vitrinini oluşturan kişilerin her türlü yıpratıcı davranışlardan uzak kimselerden teşekkül etmesidir. Bizim kanaatimize göre “elbisesi temiz” ifadesinin Türkçe’deki “eteği temiz adam” deyimiyle anlam yakınlığı vardır. “eteği temiz” derken cinsel hatalardan uzak yaşamak anlatılır. Davetçi kadrodan istenen de; “Her türlü cinsel günahtan” uzak durmak manası vardır. Avam kesimi isyanla iştigal etse de önderlerinin günahlara batmasını hele de cinsel suç işlemelerini affetmez. Ayet İslâm’a davette ahlak alanının önemine dikkat çekmektedir. [1] Müddessir 74/4 [2] Taberi, Cami’u-l Beyan, c. XII, s. 300. [3] Bak: Ebussuud, İrşad-ı Aklı Selim, c. VIII, s. 252. Ebusuud Efendi, diğer görüşe de kısaca yer vermeyi ihmal etmemiştir. [4] Maturidî, Te’vilât, c. X, s. 301; [5] Zemahşeri, Keşşaf, c. IV, s. 633; İbni Vehb, el-Vâdıh, c. II, s. 451. [6] Hasan el-Basri, Tefsir, c. II, s. 386; Taberi, Cami’u-l Beyan, c. XII, s. 299. [7] Mukatil b. Süleyman, Tefsir, c. III, s. 413 [8] Ferra, mean’i-l Kur’an, c. III, s. 200. [9] İbni Vehb, el-Vâdıh, c. II, s. 451. [10] Taberi, Cami’u-l Beyan, c. XII, s. 298-9. [11] Maturidî, Te’vilât, c. X, s. 301; [12] Sülemî, Hakaik’u-t Tefsir, c. II, s. 358. [13] İbni A’rabi, Muhyiddin, Tefsir, c. II, s. 362. MEHMET SÜRMELİ

TAHAVÎ AKAİD OKUMALARI - 18. DERS 📖 Konu: Tahavî Akaid Okumaları 👤 Konuşmacı: Dr. Mehmet Sürmeli 📅 Tarih: 21 Mayıs 2025, Çarşamba (Bugün) 🕗 Saat: 20:30 🌐 Platform: Google Meet Katılmak için QR kodunu tarayabilir veya şu linki kullanabilirsiniz: meet.google.com/imi-cpdv-bjx *Davet Araştırmaları Merkezi* Program serimizin on sekizinci dersine siz değerli katılımcılarımızı bekliyoruz.

YABANCILAŞMAMAK... Hz. Yusuf’un özellikle iktisat ve işletme ilimlerini bilmesi çok önemlidir. Çünkü toplumların en önemli sorunlarından birisi fakirliktir. Bu soruna kesin çözüm bulanlar toplumu da yanlarına alırlar. Özellikle de merhameti ve ilgileriyle yoksulların yanında bulunan fıtratı bozulmamış gençlerden büyük destek görürler. Hz. Yusuf yoksulluk sorununu nasıl çözeceğini krala arz etmiştir. Sunmuş olduğu çözümle toplumu inandırmıştır. Fiilen kendisine görev verildiğinde de fakirlik problemine son vermiştir. Burada sorun fakirlik olsa da bir başka yerde hukuk, siyaset, ahlaki dejenerasyon, insan hakları, iktisadi meseleler, savaş, uluslararası olaylar, eğitimin çıkmazları, kültürel bozulma ve sapmalar, sağlık vb. konular olabilir. Yusuf kıssasından ders alan Müslüman yöneticilerin toplumsal konulara mutlaka çözüm üretmeleri esastır. Şayet sorunlar Müslümanlar tarafından usulüne uygun biçimde çözülmeyecek olursa, din hayali bir kuruma dönüşür, inandırıcılığını ve mü’minlerini kaybeder. İnsanları din dışı arayışlara sevk eder ki sonunda ideolojik düşünce dinin yerine kaim olur. Şu anda İslâm dünyasının yaşadığı vahim durum budur. Sorunlar üretildi ve çoğaltıldı; çözümleri dinden aranmayınca ve çözüm de sunulmayınca ideolojik arayışlar insanımızı dinden uzaklaştırdı. Hatta “içtihat kapısının ebediyen kapandığı” ilan edilerek din antik bir kuruma dönüştürüldü veya çözüm üreten kurum olmaktan bir şekilde çıkartıldı. Deyim yerindeyse şeriat statik hâle getirildi. Allah Teâlâ’nın ayetleri ve Hz. Peygamber’in sünneti belirli bir tarihe mumyalandı. Arayışlar din dışına kaydırıldı. Bu durumdan rahatsız olunmadı ki çözüm üretecek sağlam ve sahih kurumlar oluşturulmadı. Hz. Yusuf kıssası çözüm üreten bir anlayışın zirvesini temsil ettiği için Müslüman siyaset önderleri tarafından iyi bilinmeli ve gerekli dersler çıkarılmalıdır. Bu kıssayı iyi bilen gençler ülkelerine ve toplumlarına kesinlikle yabancılaşmazlar ve ülkelerinde ev sahibi olduklarının idrakinde olurlar. Bu idrakle toplumun yaşadığı tüm sorunlarla hem ilgilenirler hem de İslâm’dan çözümler ararlar. Müslümanları kendi öz vatanlarında kiracı gibi gören kâfir anlayışa fırsat vermezler. Yetmiş ve seksenli yıllarda Müslüman gençler ülkelerine karşı yabancılaştırılarak din düşmanlarına kadrolaşmak için yer ayrıldı. Umarız Müslümanlığının idrakinde ve İslâm’a bütüncül bakan Müslüman gençler aynı hataya yeniden düşürülmezler. MEHMET SÜRMELİ

*DUYURU* Her hafta pazar sabahları gerçekleştirdiğimiz Davet Mektebi dersimiz, Mehmet Sürmeli hocamızın il dışına çıkacak olması sebebiyle bu hafta yapılmayacaktır. Dersimiz, hocamızın dönüşünde internet üzerinden telafi edilecektir inşallah. Bir sonraki programın duyurusu ayrıca paylaşılacaktır. Anlayışınız için teşekkür ederiz. *Davet Araştırmaları Merkezi*

ALTERNATİF SİYASET İslâmî yönetimde, idareciler emanetçidirler ve yönetimin merkezinde İslâm vardır. Her şey dine arz edilir. Dinden onay alan şeyler meşruiyet kazanırlar. Dinle çatışanlar ise gayr-ı meşrudurlar. Bu anlamda Kur’an, dinen meşruiyet ifade etmeyen kötü nitelikli kimselerle siyaset yapmayı yasaklamıştır. Kur’an’ın ortak siyaset yapmayı yasakladığı ve velayet hakkının devredilmesini istemediği kişiler şunlardır: Haddi aşanlar,[1] fesatçılar,[2] kâfirler,[3] zalimler,[4] böbürlenip övünenler,[5] günahkârlar,[6] çirkin ve kırıcı söz söyleyenler,[7] fesat çıkaranlar, bozguncular,[8] israf edenler,[9] kibirlenenler,[10] hainler[11] ve şımarıklar.[12] Hz. Peygamber’in yönetimini ve başarısının nedenlerini araştırırsak görürüz ki onun önderlik halkasında yukarıda saymış olduğumuz kötü niteliklerle bezenen hiç kimse yoktur. Peygamber Efendimiz Kur’an’ın onay vermediği kimseleri öne alarak siyaset yapmamış ve toplumu bu yıpranmış insanlar üzerinden irite etmemiştir. Resulullah’ın önderlik ve yönetici kadrosu geçmişleri sabıkasız ve ahlaken çok donanımlı karizmatik kimselerden oluşmuştur. Böyle bir anlayış yeniden ihya edilerek Müslümanlar için belirleyici ölçü hâline getirilecek olursa yeniden kurtuluş ve kalkınma dönemleri başlayabilir. Bunu zaman gösterecek ama İslamizasyon politikalarını Müslümanlıkla karıştıran basiretsiz insanlar İslâm’ın siyasal pratiğine herkesten çok karşı çıkarlar. Şayet Müslümanlar verili durumun etkisinde kalıp sağ ve sol jargonu kullanarak siyaset yapacak olurlarsa dünya sisteminin bir parçası olurlar. Zaten dünya sisteminin istediği de budur. Esefle belirtelim ki Müslümanlar; Kur’an ve Sünnetten yeni bir siyaset dili oluşturamadıkları, velayetle ilgili ayetlerden mülhem bir yönetim projesi hazırlayamadıkları, geçmişin imamet ve hilafetle ilgili görüşlerini hakikat adına dondurdukları, tarihi müktesabatlarını kurumsallaştıramadıkları, İslâm’ı dünya sisteminin alternatifi hâline getirme bilincini kaybettikleri, yükselen değerlerin etkisinde kalarak indirgemeci bir yolu tercih ettikleri, Müslümanlığın genişlik boyutunu yeterince kavrayamadıkları, politikaya kendi çıkarları açısından pragmatik baktıkları ve zulümle hesaplaşma bağlamında şecaatlerini kuşanamayıp korkak davrandıkları için siyasi anlayışlarını vahiy zeminine oturtarak yenileyemediler. Dünya ticaret merkezi eksenli firavni sisteme ne teorik ne de pratik anlamda alternatif de olamâdilar. Alternatif siyaset kurumu oluşturamadıkları için zımnen firavni sistemin varlığına ve devamına onay vermiş oldular. Anlayan ve işin şuurunda olan Müslümanlara göre bu pasif duruş ağır bir vebaldir. Bu vebalin altından kalkmanın birinci basamağı siyasal şirke karşı tavır almak, ikinci basamağı ise vahiyden mülhem yeni bir siyaset projesi hazırlayıp kurumsal hâle getirerek Müslümanları ve sonra da bütün insanlığı siyasal şirkin sultasından kurtarmaktır. [1] Bak: Maide 5/3,87 [2] Bak: Bakara 2/205 [3] Bak: Âl-i İmran 3/32;Rum 40/35 [4] Bak: Âl-i İmran 3/57,140 [5] Bak. Lokman 31/18 [6] Bak: Hac 22/38 [7] Bak: Nisa 4/148 [8] Bak: Maide 5/64 [9] Bak: Enam 6/141 [10] Bak: Nahl16/23 [11] Bak: Maide 5/58 [12] Bak: Kasas 28/76 MEHMET SÜRMELİ

VAHDET AMA NASIL? Yaratmada Allah’ı kabul etmek kişinin Müslüman olması için yeterli değildir. “Yaratma ve emretmenin”[1] arası açılır, birincisi Allah’a verilirken emretme bir başkasına veya kurumlara verilirse bu davranış gerçek şirktir. Kur’an-ı Kerim, bize koyu müşriklerin bile Allah’ı yaratıcı ilah olarak kabul ettiklerini şu ayette haber vermektedir: “قُلْ مَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ أَمَّن يَمْلِكُ السَّمْعَ والأَبْصَارَ وَمَن يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَمَن يُدَبِّرُ الأَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّهُ فَقُلْ أَفَلاَ تَتَّقُونَ” “De ki: ‘Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Onlar; ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse de ki: ‘Peki, siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?”[2] Müşrikler de, ilk yaratılışın Allah tarafından başlatıldığını ve ilahların bunda dahlinin olmadığına inanıyorlardı. Dolayısıyla Allah’ın varlığını kabül hususunda müşriklerin problemleri yoktu. Onlar, ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve Allah’ın rububiyetini kabullenmiyorlardı.[3] Bilgi kaynaklarında vahyin olmayıp olaylara rasyonel veya sansualist bakışları onları hem inkâra hem de bağnazlığa sürüklemiştir. Yukarıdaki ayette de geçtiği üzere Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar yaratıcı ilah olarak Allah’ı kabul etmelerine rağmen emredici ve hayata hükmedici varlık olarak Allah’a inanmıyorlardı ki bu nedenle kendilerine müşrik denilmiştir. Aristocu ilah anlayışının etkisinde kalarak Allah Teâlâ’nın hayatın ayrıntılarına müdahalesini şiddetle reddetmişlerdir. Aynı sapık anlayıştan dolayı modern hayat da cahiliyeye dâhil olmuştur. Emretme alanında Allah Teâlâ’yı kabul etmeme, insanlığın içine düştüğü yeni bir inkâr türü değildir. Tarihte hep var olmuştur. Günümüzün bu bağlamdaki en önemli sorunu, hayatın genişlik alanında Allah’ın hâkimiyetini bilerek veya cehaleten reddedenlerin kendilerini hâlâ Müslüman saymalarıdır. Siyaset, hukuk, eğitim-öğretim, sosyal ilişkiler, iktisat ve diğer alanlarda Allah’ın hâkimiyetine sınırlama getirmenin insanı Müslümanlıktan çıkaran şer’î bir suç olduğunu insanların çoğunun bilememeleridir veya bilmelerine rağmen menfaatleri nedeniyle batılı içselleştirmeleridir. Elbette bu cehalette veya kasıtlı yanlış yapmakta ilim ehlinin büyük payı vardır. Zira ülkemizde Kur’an ve Sünnetteki tevhidin hakikati halkımızın seviyesine indirilerek yalın bir dille anlatılmadı. Tevhidin özellikle rububiyet alanı yeterince vurgulanmadı. Kelâm tarihi okutmakla akaid ilmi öğrenmek birbirine karıştırıldı. Kimse okuduğu kelâm tarihinde toplumun inanç yapısını veya kendinin îmanî durumunu göremedi. Ülkemizdeki Kelam ilmi akademisyenleri laiklikle ilgili gerçek değerlendirmeyi yapamadılar. Kemalizm ile alakalı bir şey söylemediler. Yeni fırka, mezhep ve ideolojilerin itikadi hükümlerine dair ortaya bir hüküm koyamadılar. Fetva ehli sustu ve ümmeti aydınlatamadı. Şunu da itiraf edelim ki bu konularla ilgili yeni çalışmalar yapılmadı ve ideolojilerin itikadi sonuçlarıyla ilgili nihai çıkarımlar netleştirilmedi. Veya netleştirilenler bile topluma deklare edilmedi. Bunun nedeni, ideolojik bir zemine oturan modern devlet, yapılacak itikadi bildirimle meşruiyetini kaybedecektir. Ona destek veren kitleler irtidat suçuyla karşı karşıya geleceklerdir. Bütün bunlarla ilgili metodik ve yerinde söylemi yapacak ehliyetli zevat olmadığı için toplum yanlış gidişinden rücu etmedi. Bunları konuşmakla tekfir hastalığı arasında ilgiler kurularak kimsenin düştüğü itikadi yanlışlarla alakalı âlimler(!) ağızlarını bile açmadılar. Kısacası sözde ulema, milletimizin içine düştüğü siyasal şirk başta olmak üzere toplumun günahlarının ortaklarıdırlar. Zira boşlukta kalan kimseler böyle ilmi bir durumu değerlendirecek hâlde olmadıkları için verili durumu Müslümanlık zannettiler. “İnandık demekle kurtulacaklarını” zannettiler. Konuyla ilgili kitabi yorum yapanlar ise “radikal” söylemle suçlanıp susturuldular. Suskunluktan yararlanan sistem yanlıları ise toplumsal sapmaya meşruiyet(!) aradılar. Netice-i kelam; bugünkü yaşanan sapıklıklarda bilip de hakikati söylemeyen ilim ehlinin vebali çok büyüktür. Daha totoliter ülkelerdeki Müslüman ilim adamları laisizim vb. konularda kitaplar yazmalarına ve araştırmalarını toplumlarıyla paylaşmalarına rağmen ülkemiz ulemasının suskunluğunu ve sözde İslâmcı aydınların laikliğe getirdikleri kendilerinden menkul tanımları anlamak mümkün değildir.[4] Burada şu hususu yinelemek isteriz; ülkemizde laiklik vb. ideolojilerin itikadi değerlendirilmesinin yapılmaması garip değil mi? Tevhidilik prensibi, hayatın genişlik alanı içerisinde yer alan her türlü işte Allah Teâlâ’nın emirlerini mutlak bağlayıcı kabul edip bireysel ve toplumsal gidişatı vahye göre anlamlandırmaktır. Siyaset alanı da buna dâhildir. Yüce Allah bireyin ve toplumun ideal biçimde yönetilmesini Kur’an’da emretmiş, prensiplerini koymuş, peygamberinin uygulamalarıyla da ideal yönetimi insanlığa göstermiştir. “Camiye siyaset girmez” diyenler dinin siyasetle alakalı emirlerini hiçe sayan ve kendilerinin dinin süzgecinden geçirilmesine razı olmayan zavallılardır. Dinin konuşma alnına sınırlama getirmek isteyen emperyalizmin kuklalarıdırlar. Camide doğup kurumlar oluşturan bir dinin camiden bile bir kısmının kovulması çok acı bir durumdur. Camilerin var oluş amacı Allah’ın dinini sahih bir biçimde tebliğ etmektir. Siyasetteki tevhidilik ilkesinin ehliyetli ilim adamları vasıtasıyla camilerde halk ile buluşturulması Müslümanları sağ ve sol partilere ucuz oy deposu olmaktan kurtarmanın yegâne yoludur. Dünya sistemini ülkemize yerleştirmek ve milletimizi dinine yabancılaştırmak isteyenler camide tevhidin siyasi boyutlarının konuşulmasını yasaklamışlar ve bir zamanlar ceza hukukuna bu konuda ağır maddeler (163. Madde) koymuşlardır. Bizim düşüncemiz, konuyla ilgili hamasi fikirler beyan etmek yerine, Müslümanların daha mükemmel ve insanca nasıl yönetileceğine dair kuralları vahiy eksenli olarak projelendirmek ve ümmetle buluşturmaktır. Henüz bu konularda ciddi adımların atılmadığını şimdilik söyleyebiliriz. Siyasette vahdet, birlikte çay ve çorba içmek gibi basit bir eylem değildir. Tevhidi noktada oluşacak bilinç hâli vahdetin; birlik ahlakının anahtarıdır. Tabanda ve siyaset yapanlarda oluşmamış bu tevhidi bilinç ülkemizdeki politik kurumların içerisinden İslâmî bir hareketin de doğamayış nedenidir. Bu bilinç hâlini yakalamadan meydana gelen birlikteliklerin tamamı yapaydır. Ülkemiz insanı particilik anlayışını dininin önüne geçirdiği ve siyasete tevhidi bakışı etkin kılmadığı müddetçe vahdet ahlakı sadece hayaldir. [1] Araf 7/54. [2] Yunus 10/31. [3] Mevdudi, Tefhim, II,309. [4] Laisizim konusunda merhum Muhammed Kutup ve Yusuf el-Kardavi’nin özgün çalışmaları ve değerlendirmeleri vardır. Konuyla ilgili değerlendirmeleri görmek isteyenler bu kitaplara bakabilirler. (M. S.) MEHMET SÜRMELİ

TAHAVÎ AKAİD OKUMALARI - 19. DERS 📖 Konu: Tahavî Akaid Okumaları 👤 Konuşmacı: Dr. Mehmet Sürmeli 📅 Tarih: 28 Mayıs 2025, Çarşamba (Bugün) 🕗 Saat: 20:30 🌐 Platform: Google Meet Katılmak için QR kodunu tarayabilir veya şu linki kullanabilirsiniz: meet.google.com/imi-cpdv-bjx *Davet Araştırmaları Merkezi* Program serimizin on dokuzuncu dersine siz değerli katılımcılarımızı bekliyoruz.

SÜNNETİN İŞLEVİ Kur’an-ı Kerim’de birçok mücmel ifade vardır. Eğer Peygamber (s.), bunları tefsir etmeseydi insanlar bu ifadeleri çözemezlerdi. Hz. Peygamber’in beyan etme görevi gereği bunlar hadis-sünnetle çözüme kavuşturulmuştur. Mücmeli kavramada Peygamber’in tefsirine gerek olmadığını savunan birisi, İmran b. Husayn’a, “Bize sadece Kur’an’dan bahsediniz” deyince, İmran (r.), o kişiye şu cevabı vermiştir: “Sen ne ahmak bir adamsın. Kur’an’da sen, öğle namazının farzının dört rekât, ikindinin farzının dört rekât olduğunu bulabiliyor musun? Bu namazların kıraatlerinin cehri yapılmadığını Kur’an’da gördün mü? Akşamın farzının üç rekât olduğu, ilk iki rekâtta açıktan okunup son rekâtta aleni kıraat yapılmayacağı var mı? Yatsının farzının dört rekât olup ilk iki rekâtta cemaatle cehri okunduğu, sabahın iki rekât kılınıp her iki rekâtta da açıktan kıraat yapılacağı Kur’an’ın neresinde?”[1] İmran b. Husayn (r.), bu izahıyla Hz. Muhammed’in (s.) Kur’an’daki mücmelleri tefsir ettiğini açıklığa kavuşturmuştur. Hz. Peygamber’e, Cebrail (a.) imamlık yapmış ve ibadetlerin vasıflarını O’na tek tek öğretmiştir.[2] Cebrail (a.) de ibadetlerin keyfiyetini beyanını Allah Teâlâ’dan öğrenmiştir.[3] Bu rivayeti derinlemesine değerlendirirsek, bizi sünnetin vahiy olduğu hükmüne götürür. Çünkü içtihadi olanlarda bile yanılgı olduğunda ilahi müdahalenin olması, Hz. Peygamber’in sürekli yüce Allah ile iletişim hâlinde olduğunu göstermektedir. Namazla ilgili şu izah da çok önemlidir. Kadınların doğal hastalık hallerinde namaz kılıp kılamayacakları Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Ayşe’ye, kadının birisi bu durumu sorduğunda Hz. Ayşe, “Namazın hayız halinde kılınmamasını ve kaza da edilmemesini” Hz. Peygamber’den öğrendiklerini söylemiştir.[4] İbadetlerdeki mücmeli beyanla ilgili uygulamaların tamamını Peygamber’in sünnetinden öğrenmek mümkündür. Nitekim haccın farz oluşu Kur’an’la sabittir.[5] Fakat ilgili ayetlerin tefsirini ve nasıl yapılacağını Müslümanlara Resulullah (s.) öğretmiştir. Konuyla ilgili şöyle buyurmuştur: “Haccın kurallarını benden öğreniniz.[6]” Bu sayede ibadetlerde bir kaos olması ortadan kaldırılmış, İslâm ümmeti arasında vahdet sağlanmıştır. Hz. Peygamber bütün ibadetlerdeki mücmel ifadeleri beyan ettiği gibi hudud /ceza hukuku başta olmak üzere muamelattaki mücmelleri de açıklamıştır. Hadis ve sünneti delil kabul eden ilim adamları bu konulardaki peygamberimizin uygulamalarını ve açıklamalarını ana kaynaklardan çıkarmışlardır. [1] Abdurrezzak, Musannef, h.no: 20474c.XI, s.255. [2] Hakim, Müstedrek, Salat, h.no: 693, c.I, s. 306. [3] Beyhaki, Ebubekir, Ahmed b. Hüseyin, Sünen-i Kübra, D.K.İ., Beyrut, 2010, Salat, 177, h.no: 2020, c.II, s.107. [4] Ahmed, Müsned, c.VI, s.232. [5] Bak: Âl-i İmran 3/97. [6] Suyuti, Camiu’s-Sagir, h.no: 7221, c.II, s.444. MEHMET SÜRMELİ